KATEGORİ
Kıymetli Dostlarım,
"GELİŞİ GÜZEL ZAMANLAR" yoğun bir çalışmanın ardından nihayet çıktı. Seçkin kitapçılarda; D&R, idefix, kitapyurdu, ÖTÜKEN gibi internet mağazalarında sizleri bekliyor. 



"Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açmazlar..."
Cemil MERİÇ

MÜKEMMEL BİR HİKAYE

Nihayet dergi – Eylül 2016

Metin Karabulut, 1952 doğumlu. Yemen’den dönemeyen bir dedenin torunu. Muğla’nın Fethiye ilçesine yerleşmiş bir ailede büyür. Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nü derece ile bitirmesine rağmen memleketine karşı duyduğu sorumluluk sebebiyle akademik kariyeri reddeder. Akademi için kayıp ama Fethiye için bir kazançtır. Kırk yıldır kendi memleketinde orta öğretimde din ve meslek dersleri öğretmenliği yapıyor. Yaşadığı bölgenin çehresinin değişmesinde yaptığı özverili katkıları -tevazuu ona engel olsa da- zorla ağzından aldık. Babadan oğula tevarüs eden bir hâl dilinin hikâyesine tanık olduk.

 

Büyük şehirde üniversite okuyanlar genellikle orada kalırlar, siz neden döndünüz memleketinize?
Üniversiteden derece ile mezun olunca hocalarım akademik çalışmalar için kalmamı istedi. Ama ben bir an evvel memleketime gitmek ve orada dinimizin güzelliklerini anlatmak istediğimi söyledim. Bize tebliğin önemi anlatılmıştı. Memlekette evlenip yuva kurduktan sonra, sabah namaz vakitlerine kadar sohbetler düzenledik. Evlerimiz doldu taştı. İnsanların tereddütlerine, şüphelerine, ihtiyaçlarına cevap verdik. Kaynak kitaplardan tefsirler, hadisler aktardık. Başörtüsünün, namazın, haccın, zekâtın, orucun; dinin bütün şartlarının önemini kavramaları için insanlara vaktimizi adadık. Bunu seve seve yaptık. Eşim de bu konuda çok yükümü çekti. Akşama kadar çocuklarımızla, ev işleriyle yoruldu. Sabahlara kadar misafirlerimi ağırladı. Eskiden tek tük dindar insanın olduğu çevremizde giderek çehre değişmeye başladı. Arttı, bereketlendi. Böylelikle kendimize dert ortağı kimseleri, sohbet edecek arkadaşları çoğaltmış olduk.

 Zor olmadı mı?
Evet, zor günler geçirdik. Küçük yerlerin sınavı daha çetin olabiliyor. Bir yandan da helal yollardan geçinme telaşımız oldu. Eskiden memur maaşları ek iş yapmaya mecbur bırakıyordu. Ben yıllarca yaz tatillerinde dondurma sattım. Birçok yörede bilmezler, kimi yerlerde kar helvası, bizim buralarda kar şerbeti derler; işte ondan sattım. Elimde servis askısıyla sanayide çalışanların ayaklarına bardaklar dolusu şerbet götürüyordum. Sıcak başıma geçerdi. Bazen öğrencilerimi görürdüm. Savcı, iş adamı, esnaf olmuşlar, sanayiye arabalarını yaptırmaya gelmişler. Beni görürler şaşırırlardı. Öğretmeye çalıştığım alın terini tekrar hatırlatırdım onlara. O zor kazanılan paranın öyle bereketini görmüşümdür ki…

Turizmin yoğun olduğu bir ilçede yaşıyorsunuz. Burada duruşunuzu bozmamak, bildiklerinizden şaşmamak için nasıl bir yol izlediniz?
Biz lise ve üniversite yıllarında “nazar ber kadem” konusunda çok tembihlenmiştik. Yanlış bir şeye gözünüzün ilişmesi şöyle dursun gereksiz olan afişler, yol tabelaları, mezar taşları bile dikkatinizi dağıtır, derdi hocalarımız. Biz de hep ayak uçlarımıza bakardık. Zihinlerimizin berrak, hafızamızın güçlü olmasını harama ve boş şeylere bakmaktan sakınmamıza borçluyduk. Öğrenciyken saatlerce orijinalinden Gazali okurdum, yorulunca hafızamı rahatlatmak için matematik çalışırdım. Bir sayfayı okurken, öbür sayfa ezberimize girerdi. O kadar temiz bir dimağımız vardı demek ki. Bir yandan bizim gençliğimizde üzerimize evliyanın nazarı değdi. Bunun çok büyük bereketi oldu, diye düşünüyorum. Öğrencilik yıllarımızda Mehmed Zahid Kotku, Ali Ulvi Kurucu gibi birçok kıymetlerle tanışma fırsatımız oldu. Sohbetlerinde bulunduk. Kalbimize sürekli mukayyet olmamız gerektiğini öğrendik. Sakınmak noktasında soruyorsanız Yusuf aleyhisselam’ın kıssası, bize bu hususta mihmandardır.

Hocalarınızın hakkını teslim ediyorsunuz, peki babanız? Onun üzerinizde çok etkisi olmuştur muhakkak…
Babam, davranışları, duruşu, ağır başlılığı ile gayet çelebi bir insandı. Helal kazancın peşinde, Allah korkusundan başka kaygısı olmayan, mert, çilekeş bir kimseydi. Belinden aşağısı aşırı bol, dizde biraz darlaşan, baldırlarını saran, paçalarında düğmeleri olan bir pantolon giyerdi. Çizmeyi rahat giyebilmesi, ata rahat binebilmesi içindi herhâlde. Bir de eski insanlar necasetten çok çekinirlerdi. Paçaları o yüzden derli toplu olurdu. Ceketi uzuncaydı, dizlerine kadar uzanırdı. Pantolonun dizleri çabuk yıpranırdı. Namaz kılmaktan, sürekli dizleri üzerine çökerek oturmaktan olsa gerek. Dizleri eridi diye koca pantolon feda edilmezdi.

Ne yapılırdı?
Arka tarafı sağlam olduğundan süverlik geçirilirdi. Yani büyükçe bir yama. Yamanın rengi kumaşın renginde olursa ne âlâ. Aynı renkte olmasa da mesele değil. Birkaç sene giyilecek mecbur. Ceketlerin kollarına da aynı yamadan yapılırdı. O zamanlar yama hiç ayıp değildi. Fakir olduğun anlamına da gelmezdi. İnsanlar düğünde, devlet dairesinde yamalı kıyafet giyerlerdi. Savaştan yeni çıkmış bir ülkeydik. Babam başına muhakkak yün bir takke giyerdi. Yanında mutlaka peşkir taşırdı. Bezden bir mendil… Ütülü olacak, temiz olacak diye çok dikkat ederdi.

Kıt kanaat imkânlar içinde bu titizlik şaşırtıcı…
Her konuda titizlik gösterirdi babamın kuşağı. Edep dikkate alınırdı. Belden aşağısı uzun bir setre ile örtülmeliydi. Başları çıplak gezmezlerdi. Yaz kış her daim yelek, süveter, hırka gibi bir şey olurdu gömleğinin üzerinde. Babamın yazlık kıyafeti ayrı, kışlık kıyafeti ayrı olmazdı. Yaz gelince ceket çıkar, ince bir yelekle kalırdı. Kış gelince yine ceketini giyerdi.

Ceketini tutar mıydınız babanızın?
Ceketinin tutulmasına hiç izin vermezdi, “estağfirullah” der, eline alır, kendi giyerdi. Kimseye bir şey buyurmamak, yük olmamak, canına ağırlık vermemek… Böyleydi babam. Mesela kimsenin malından, parasından istemez kimsenin bir şeyine göz koymazdı. Bunu şimdiler kibir zannederler, aslında bu vakardır. “Vakar” ve “kibir” arasında ince bir çizgi vardır. Kibir, “Ben senin hiçbir şeyine muhtaç değilim, senden bir şey istemem” demekti. Vakar ise, “Allah bana bu kadarını nasip etti, sende olan fazlayı gözlersem ya da senden istersem kanaat etmemiş olurum” anlamına gelirdi. Olana şükretmek, olmayana sabretmek… Muazzam bir şey.

Mesleği ne idi?
Ayakkabı ustasıydı. Çarşı içerisinde ayakkabı dükkânı vardı. Bir yandan çıraklarını yetiştirir, bir yandan ayakkabıcılık yapardı. Ismarlama ayakkabılar dikerdi. Hazır ayakkabılar da satardı. Daralan ayakkabıları kalıba koyar genişletirdi. Eskiyenleri tamir ederdi. Eskiyen ayakkabıyı atmak yok tabii, o zamanlar. Kurtardığı yere kadar sürekli onarılır, yamanırdı. O ayakkabıların bu günlere göre öyle uzun bir mesaisi vardı ki. Kilometrelerce yol yürünüyor, yollar şimdiki gibi değil, dağlar, tepeler o ayakkabılarla aşılıyor. İnsanlar ayakkabının kıymetinden çoğu zaman ayakkabısını çıkarıp koltuğunun altına alarak yürüyor. Aynı ayakkabıyla yirmi yılını geçiren, o ayakkabıyla ölen arkadaşları vardı babamın. Anlatırdı. İnsan ölünce ayakkabısı kapının önüne konur. Niye? Çünkü o eski ayakkabıyı başka bir yoksul gözlemektedir.

Giyenin ömrü bitmiş, ama o eski ayakkabının ömrü daha bitmemiş…
Ona da ihtiyacı olan var. Zaten yamalı ayakkabı giymek çok sıradan. İnsanlar bir ayakkabı alıp ömür boyu giyecekler. Ökçesi değişecek, tabanı değişecek, yırtılan yerleri dikilecek. Su alıyorsa… Öyle demeyeyim, su almayan ayakkabı belki de yok. Babamın, satıcısı olduğu hâlde sanki çok mu ayakkabısı var… Onun da bir tane. Bizim de diğer çocuklara göre bir ayrıcalığımız yok. Bol ve çok olan şeyler de israf edilmiyor. Nimete saygıdan. Ekin tarlaları olan insanlar sanki ekmeği israf eder mi? Etmez, onun gibi. Ayakkabı yaptırmak çok mühim. Para verecek durumda olmayanlar da var. Bazen bir çuval patates, bir çuval darı ya da başka türlü ödeşecekleri bir yol bularak alışverişlerini yaparlarmış. Çoğu zaman yoksulları gözetmeye çalışırmış babam. Para almazmış.

Peki, nasıl geçinirlermiş?
Tek geçim kaynağı esnaflık değil, tarlalar var. Bazen babam biz tarlada çalışırken dükkânı kapatır, yanımıza yardıma gelirdi. Biz nohut yoluyoruzdur ya da ekin biçiyoruzdur, belki de pancar söküyoruzdur. Elinde bizi sevindirecek şeker ya da kırıntılar getirirdi. Çok mutlu olurduk. Zaten güneşin altında iyice gücümüz tükenmiş, getirdiklerini yer, teşekkür ederdik. O, ceketini ağacın dalına özenle asar, bizimle beraber işe koyulurdu. Erkek evladız ya babam yorulmasın, gümülü ya da harımı kaldırmasın diye sürekli koşar, elinden almaya çalışırdık. Babamıza ihsanda bulunmak, yardım etmek, onun gözüne girmek bizim için çok önemliydi. Onun gözüne girmek hiç kolay değildi. Bizi kolay kolay beğenmez, takdir etmezdi.

Hiç mi takdir etmezdi sizi?
Öyle yüzüne karşı övmek yok. Beğense de bunu ifade etmezdi zaten. Anlarsınız çok sevildiğinizi, ama bunu büyüklerinizden duyamazsınız. Bazen bir aracıdan duyarsanız dünyanın en mutlu insanı olursunuz. Eskiden evlatlar, ana babalarını sevdiklerini ispata çalışırlardı, şimdi ana babalar sürekli evlatlarını sevdiklerini ispatlamaya çalışıyorlar.

Sizi sevdiğini nasıl hissederdiniz peki?
Cuma günleri evimiz için alışveriş yapardı babam. Elinde bir kese kâğıdı kırık leblebi, bir kese kâğıdı şekerli leblebi getirirdi. Belki duruma göre bir karpuz. Belki akide şekeri… Dışarıdan içini göstermeyen pazar çantaları vardı, bilir misiniz? Ne alırsanız alın belli olmaz, kul hakkına girmezsiniz. Aldıklarını anneme teslim ederdi. Annem adaletle bütün evlatlarına taksim ederdi. Biraz da misafirlere ayırırdı. Kimse annemin yaptığı taksimata itiraz etmezdi. Usulca sevinerek payımıza düşeni yerdik. Cuma günleri bizim için sevinç demekti. Haneye alışveriş yapılan bir gündü. Babam şehirden bazı zamanlar fırın ekmeği alır gelirdi. O ekmeğin öyle güzel tadı olurdu ki yufkanın içine sarar yerdik. Ekmeğin içine katık yapardık ekmeği.

Misafirlere de ayrılırdı dediniz. Çok mu misafir gelirdi?
Babamın akşamları çok gelen gideni olurdu. Nahiyenin ileri gelen ahalisi babamın kadim dostlarıydılar. Uzun uzun sohbetler edilirdi. Babamı kaybedince baba dostu olarak o amcaları düzenli ziyaret ettim. Dertleri oldukça ilgilendim. Eskiden “baba dostu” diye baba gibi hürmet edilen yaşlılar vardı.

Şimdi çocuklar kendi odalarında oluyor bir misafir geldiğinde. Siz baba dostlarınızı tanımışsınız…
Hepimiz aynı odada olurduk. Çünkü ocak bir odada yanıyor. Hem ısı hem ışık kaynağı. Bir köşede onların mırıltılarını dinler, duyduklarımızı tecrübe hanemize kaydederdik. Annem odanın bir duvarını işgal eden kilim ağacının başında kilim dokurdu. Kilim dokumazsa tengerekle yün eğirirdi. Kız kardeşlerim çeyizlerini hazırlardı kış akşamları. Boş durduklarını hiç hatırlamıyorum. Ellerinde hep bir meşguliyet olurdu.

 Babanızı anınca aklınıza gelen imaj ne?
Ocağın yakınında, bir minderin üzerinde, sürekli diz çökerken hatırlıyorum babamı. Bir metrekare değildir o minder. Yayılarak, bağdaş kurarak oturmazdı. Yeryüzünde ne kadar az yer kaplamış! Bunu hatırlıyorum.

Babanızın takipçisi olarak görüyor musunuz kendinizi? Mesela giyim kuşam konusunda…
Babamın kapı arkasına çakılmış birkaç çiviye sığacak kadar kıyafeti vardı. Benim ondan biraz fazla. Küçük bir elbise dolabında eşimin kıyafetleriyle birlikte asılmış birkaç kıyafetim var. Renklerle aram pekiyi değil. Ak gömlek, gök gömlek, varsa bir de boz gömleğim vardır. Yeni birtakım elbise alırsam diğerini sünnet-i seniyye gereği hemen tasadduk etmeye çalışırım.

 Çok kapsamlı bir kütüphaneniz var. Öğrencileriniz size “Ayaklı Kütüphane” lakabını takmışlar. Okurken ve okuduklarınızı akılda tutarken nasıl bir yöntem izliyorsunuz?
Kitabı okumaya başlarken, kitabımın yanına bir de defter alırım. Kitabın adını müellifini basım tarihini, diğer bilgilerini yazarım. Kitabımın üzerine, çoğunlukla da defterime notlar alırım. Bütün kitabı bitirir, kitabı kapattıktan sonra yazarının ruhuna bir Fatiha okurum. Okuduklarımızın kalıcı olması için de dualar ederim. Zihnimi ve ufkumu genişletmesi için her zaman niyazda bulunurum. Hemen akabinde onu anlatacak birilerini bulurum. Anlatırsam kalıcı olur. Zaten bu bilinen, uygulanan bir yöntemdir. Sonra öğrencilerle aramızda bazen bir mevzu olur, konuyu onlara örneklerle anlatırım. “İnanmazsanız falanca yazarın falanca kitabının ikinci cildinin iki yüz sekseninci sayfasına bir bakın” derim. Nedense aklımda kalmıştır. Böyle direk söyleyince çocuklar da “Sahi mi?” diye şaşırırlar. Beni sınarlar ve bakarlar, gerçekten de o sayfada o konu anlatılıyor. O yüzden bana “Ayaklı Kütüphane” diyorlar.

 

NİHAYET DERGİ - KASIM 2016